Çocuklar Treni-Viola Ardone

Çocuklar Treni-Viola Ardone
Çocuklar Treni-Viola Ardone

Mussolini, dünya tarihinin en büyük faşist diktatörü artık tarihin derinliklerine gömülmüş, İtalya faşizmi son bulmuş ve molozlar içerisinde bir ülke kalmıştır geriye. Sadece molozlar değildi caddeleri ve yolları saran; bir savaşın ardında bıraktığı büyük yokluk, açlık ve sefaletti aynı zamanda. Faşist iktidarın düşmesi ile büyük bir açlık miras kalmıştır hayatları paramparça olmuş, yenilmiş ve dağılmış bir ulusa. Savaşta kocalarını kaybeden kadınlar için artık daha büyük bir savaş başlamıştır onlar için; hayatta kalma savaşı. Günden güne umutlarını tüketen, geleceklerini grileştiren devasa bir açlık.

Annelerin dilinde bir söylenti başlar ve kısa sürede herkesin dilinde aynı hikaye dönmeye başlar; Çocuklar Treni. Evet, faşizme diz çöktüren ve İtalya’dan çocukları alıp daha iyi bir hayat sunmak üzere alıp götüren tren. Anneler çocuklarını vermek istemezler ilk başlarda. Çünkü çocuklarını Rusya’ya götürüp, ellerini keseceklerinden, onları orada öldüreceklerinden korkmaktadırlar. Kimse yakın durmaz. Ancak savaştan arta kalan ve yenilgi kokan bir ülkede de yaşamın belirtisi kalmamıştır. Anneler karınlarını bile doyuramazlar. Elleri mahkum çocukları göndermeye karar verirler. Kızıl bayraklarla donatılmış ve Komünist partinin görevlendirdiği kısa saçlı ve yüzlerinde Sovyetlerin ciddiyet madalyası ile kadınlar kayıtları almaya başlarlar. Bir çocuk gözünden anneden ayrılmak, bilinmedik bir diyara doğru yola çıkmak ve kısacası büyümek… Çocukların gözünden öyle samimi ve öylesine yalın bir ve bir o kadar da derinlik katarak anlatmış ki Viola Ardone, ikinci dünya savaşını yaşayan ve ülkesinden ayrılmak zorunda kalan bizmişiz gibi hissederiz. Öyle bir gidişleri var ki çocukların trenlerle İtalya’nın yukarısına, giderken büyür gibiler. Romanda beni etkileyen ve yıllar geçse de unutmayacağım bir sahne var ki o da, çocukların Kızıl ordunun dağıttığı montlar ve ayakkabıları giyindikten sonra, trenin biraz yol almasından sonra montları üşümelerine rağmen üzerlerinden çıkarıp, vagondan onları uğurlayan annelerine fırlattıkları sahnedir. Giderken bile geride kalanların açlıklarını ve üşümelerini yüreklerinde götüren çocuklar onlar. Onları götüren tren bir daha geri dönmeyecek ve artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.

Tren onları yenilmiş bir ülkeden, kızıl bir ülkeye götürmektedir. Onları orada bekleyen hayat ise bambaşkadır. "Burası Sovyetler, burada açlık da yok üşümek de. Burada herkese yetecek kadar ayakkabı da var yiyecek de." mesajı verilir onları Yukarı İtalya’da karşılayan komünistlerce. Çocuklara ilk günden itibaren malın kimseye ait olmadığının, ihtiyacı olanın kullanmaya hakkının olduğu düşüncesi verilir. Paylaşmak vardır hayatın temelinde.

Çocuklar tren ile getirildikten sonra koruyucu ailelere teslim edilirler. Annelerinin yataklarından ve sıcaklığından koparılan çocukları bambaşka bir diyarda ve karanlıklarına dahi yabancı oldukları bir evde uykuya ilk defa dalacaklar, geceleri ilk defa korkarak uyanacaklar ve annelerinin eksikliğini ilk defa hissedeceklerdir. Karınları doysun diye, hayatta kalsınlar diye onları yüreklerini parçalayarak uzaklara gönderen anneler, onlar geride daha büyük bir açlığı hissettiler yüreklerinde. Bir insan, karnı doyduğu zaman hayatta kalıyor ama yaşamıyor, işte bu roman bize bunu gösteriyor. Köyünde yetişen bir ağacı alıp yabancı ve başka bir toprağa ektiğinde hayatta kalıyor, ancak meyve vermiyor işte. Viola, Çocuklar Treni’nde bizlere aslında köklerinden koparılan fidanların, çiçeklerin başka topraklara savrulma hikayesini anlatıyor. Korkuyorlar anneleri, çocuklarını bilinmedik bir yere göndermekten. Ama bir de onları günden güne kemiren açlık var ve bu romanda açlığın korkudan daha büyük olduğunu anlıyoruz.

*kurdistan24.net/tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar K24 Medya’nın kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.